TravellingFather

Goya’nın Gözüyle İspanya’nın Başkenti

Read Time:9 Minute, 0 Second

Goya’nın tuvale taşıdığı gibi, Puerta Del Sol meydanındaki kavga adeta günümüzden bir kesit niteliğinde. Burası Mısır’da, İstanbul’da veya Hong Kong’da yer alan herhangi bir meydan olabilir. Eserin bir tarafında Madrid haklı, gündelik kıyafetleri içerisinde; diğer tarafta ellerinde palalarıyla sarıklı ve şalvarlı Memlükler (Müslüman köle askerler). 

Tarih sayfalarına baktığımızda bu resim, aslında İspanya’nın Napolyon’a karşı bağımsızlık savaşını başlatan anlardan birini tasvir ediyor. Ancak elbette tabloda yer alan unsurlar ve konu bundan daha derin bir içeriğe sahip. Tablonun adı The Second of May 1808 (2 Mayıs 1808). Daha keskin hatlar ile aristokrat ve yeni-klasik kahramanları resmeden çağdaşı Fransız Jacques Louis David’e kıyasla burada Goya, Madrid’in bir kriz anında, basit insanlar yani el pueblo tarafından kurtarılışını resmetmiş.

The Second of May 1808

Hakikaten, Madrid’in belediye kayıtlarına da bakıldığından bu dönemde Madrid esnafının sokak kavgalarında öldüğü kaydedilmiş. Ölenler arasında ayakkabıcılar, bahçıvanlar, fırıncılar, çilingirler, marangozlar ve öğrenciler yer alıyor.

Pek çok ressam yaşadığı şehri ölümsüzleştirmiş, yaşadığı şehirle ölümsüzleşmiştir. Örneğin Picasso Paris’le, Hopper New York’la, Osman Hamdi İstanbul’la anılır. Gündelik folklorun da tutkulu bir ressamı olan Goya, günümüzde adeta Madrid’le anlamdaştır. Goya’nın bir diğer şansı da pek çok eserinin hâlâ Madrid sınırları içerisinde sergilenmesi.

Zira Delftli Vermeer’in pek çok eseri ülkesi dışında, Manhattan’da bir müzede sergilenmekte.

Talihin Goya’dan yana olduğu aşikâr. İki asırdır eserleri kendi şehrinde yer alan Goya, İspanya’nın 450 küsur yıllık kıpır kıpır başkenti Madrid ile kopmaz bir bağ kurmuş durumda. Madrid, Goya için bir açık hava müzesine dönüşmüş, şehir boyunca sanatçının ikonik eserleri serpiştirilmiş (Burada elbette Madrid için bir o kadar önemli olan Velazquez’i gözardı edemeyiz, ancak konumuz Goya olduğundan Velazquez’i  başka bir yazıya bırakalım).

Pek çok ressam yaşadığı şehri ölümsüzleştirmiş, yaşadığı şehirle ölümsüzleşmiştir. Gündelik folklorun da tutkulu bir ressamı olan Goya, günümüzde kendi şehri Madrid’in her köşesinde anılmaktadır, adeta şehirle anlamdaştır. Goya’nın bir diğer şansı da pek çok eserinin hâlâ Madrid sınırları içerisinde sergilenmesi.

Zira Delftli Vermeer’in pek çok eseri ülkesi dışında, Manhattan’da bir müzede sergilenmekte.

Talihin Goya’dan yana olduğu aşikâr. İki asırdır eserleri kendi şehrinde yer alan Goya, İspanya’nın 450 küsur yıllık kıpır kıpır başkenti Madrid ile kopmaz bir bağ kurmuş durumda. Madrid, Goya için bir açık hava müzesine dönüşmüş, şehir boyunca sanatçının ikonik eserleri serpiştirilmiş. 

FARKLI BİR KRALİYET RESSAMI

Zaragoza yakınlarındaki Fuendetodos isimli bir kasabada, orta sınıf bir aileye doğan Goya, alışılmadık yeteneğinin peşinden giderek yirmi yaşında Madrid’e yerleşti. 40’lı yaşlarında İspanyol kraliyet ailesinin ressamı oldu. Hanedan üyelerinin ve aristokratların resimleriyle birlikte, El Escorial ve El Pardo gibi kraliyet saraylarının duvar halılarında kullanılacak pek çok çizim üretti. Kariyeri, politik kargaşa, hastalıklar ve savaşla ivme kaybetse de Goya hiçbir aşamada hevesini yitirmedi ve yeni gelişmeler karşısında sanatına daha da tutkuyla sarıldı.

Goya eski konuları terk eden Romantizm kuşağı sanatçılarından birisidir. Gelenekseldeki ustalığını klasik heybet uğruna terk etmemiştir. Goya’nın figürleri tamamen farklı bir dünyaya aittir. Modellerine hiç acıması yoktur; onlara farklı bir gözle bakar; onları tüm değersizlikleri, çirkinlikleri, açgözlülükleri ve aptallıklarıyla ortaya çıkartmaktan çekinmez.

Goya, saray ressamları arasında bu konuda tektir.

Sanatçı, geçmişin alışkanlıklarından sıyrılıp bağımsızlığını bir ressam olarak haykırmamış, aksine yüreğindekileri tuvaline taşıyıp gözlemlediklerini olabilecek en yalın halleriyle aktarmıştır. Bu yüzden de İspanya’da tanık olduğu aptallık ve gericiliği, savaşın sıkıntılarını, acımasızlığa ve baskıya karşı çıkışlarını resimlerinde hissetmeniz çok olağandır.

OTUZ YIL ARAYLA İKİ SAN ISIDRO YORTUSU

Aslında Goya’nın profesyonel sanat kariyeri 30 yıl arayla resmedilmiş iki kanvas arasında değerlendirilebilir. Goya’nın en büyük koleksiyonuna sahip olmasıyla bilinen Prado’da yer alan The San Isidro Meadow (San Isidro Çayırı, 1788) ve The San Isidro Pilgrimage (San Isidro’ya Hac, 1819-1823) müzenin süper yıldızları arasında. Unutmayın ki Prado’nun açıldığı 1819 tarihinde Goya hâlâ hayattaydı. 

The San Isidro Pilgrimage

Her iki eser de 15 Mayıs San Isidro yortusunu resmediyor ama ruhları ve kişilikleri tamamıyla birbirlerinden farklı. İlki 1788 yapımı ve sanatçının şahlandığı, ona şan ve şöhret kapısını açan eseri diyebiliriz. Bu tabloda Goya’nın saygın hemşerileri Manzanares ırmağına bakan bir tepede eğleniyor. İkinci eser ise Prado’nun Goya için ayırdığı “Pinturas Negras” yani “Karanlık/Kara Tablolar” bölümünde sergileniyor.

Bu eserdeyse zor koşullar altındaki insanlık, bir kalabalık olarak resmedilmiş.

Basit insanlar bir kalabalık halinde ilerliyor ve ön cephede de şaşı bakışlı bir gitarist var.

HASTALIĞIN ARDINDAN

Kral III. Carlos, 1786 yılında Goya’yı saray ressamı olarak görevlendirdiğinde, pek çok kişi bunu garip karşılamıştı. Belki de bu nedenle sanatçıya nazar değdi zira Goya 1792 yılında garip bir hastalığa yakalandı. Bilinmeyen bu hastalık sonucu tamamıyla duyma yeteneğini kaybeden sanatçı, frengi veya demir zehirlenmesi teşhisiyle Madrid’den Cadiz’e tedavi olmak için gitti.

Bu uzaklaşma Goya’nın sanatının evrimleşmesindeki en büyük etken oldu. Zira döndüğünde çok farklı bir insan ve sanatçıydı. Bu hastalığı ve çok sevdiği şehri Madrid’den uzak kalması eserlerinde hâlihazırda saplantılı düzeyine varan “insan” vurgusunu daha derin ve yoğun bir boyuta taşıdı.

Bu “yeni” Goya’nın en değerli yansıması, yani Goya’nın iç gözlemsel dönüşümünün en bariz kanıtları The Second of May 1808 (2 Mayıs 1808) ve kardeş kanvas The Third of May 1808 (3 Mayıs 1808) adlı eserlerdir. İlk tabloda Goya, Principe Pio tepesinde yer alan Puerta del Sol meydanında, isyana kalkışanlara karşı milliyetçilerin misilleme niteliğindeki toplu katliamını resmetmiş.

Günümüzde bu meydan tamamıyla alışverişe odaklanmış durumda, dünyanın en önemli markalarını ağırlıyor; tarihçesini bilen veya bilmeyenlerin tek derdi ise indirim. Oysa ayak attıkları bu meydanda kim bilir kaç kişi son nefesini verdi. Söz konusu kardeş iki tablo Napolyon’un yönetimine isyan eden ve özgürlükleri için çatışan halkın öyküsünü, Goya’nın gözünden bize aktarır.

Aynı zamanda bu acımasız sahneler savaşın çağdaş görüşünü de totaliter düzeyde reddeder. 

KRALİYET RESİM AKADEMİSİ

Goya’nın Madrid’indeki en önemli duraklardan biri de, Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi yani Real Academia de Bellas Artes de San Fernando. Goya bu oluşuma 1780 yılında dahil oldu ve 1795’ten 1797’ye kadar da sorumluluğunu üstlendi. Akademide yer alan eserler Prado Müzesi’ndekilerle yarışacak nitelikte. Özellikle Titian, Raphael, Rubens ve Zurbaran’ın tablo ve çizimleri paha biçilmez değerde.

Goya’nın mektupları, paleti ve zamanın İspanya Başbakanı Manuel Godoy’un al yanaklı, elindeki haritaya bakan tonton portresi dikkat çekenler arasında. Pek çok Goya portesinde olduğu gibi, konuğu Goya tarafından resmedilmenin dayanılmaz hazzı içindeyken, sanatçı da cesurca kusuru resmediyor, anlayana elbette.

Bu tabloya bakınca ister istemez 250 yıl sonra tepemize çıkan Donald Trump aklımıza düşüyor, hoş ve hayret verici bir benzerlik. 

CALCOGRAFIA NACIONAL

Madrid’in en uzun caddesi olan Calle de Alcala’da yer alan Calcografia Nacional, Goya severlerin bir diğer durağı. Burada sanatçının bakır levhalar üzerine gravürlerini görme imkânınız var. Sanatçının Los Caprichos ve La Tauromaquia gibi kötümserlik döneminin eserlerinden ilham alan tasarımlar şu an Madrid’in belli başlı köşelerini süslemekte. Turist kulübeleri, geleneksel barlar, ikinci ve dördüncü metro hatlarının kesiştiği Goya İstasyonu, bu tasarımların yaşatıldığı önemli noktalar. Sanatçının yalın empatisi, bir vasiyet gibi Madrid’de varlığını sürdürüyor. 

Calle de Alcala caddesinden biraz daha aşağı doğru, Büyük Meydan’a (Plaza Mayor) ilerlerseniz, Madrid’in en eski lokantasına ulaşırsınız. Adı Sobrino de Botin ve 1725’ten beri mutfağında nefis yemekler pişiriliyor. Bir söylentiye göre daha adı sanı bilinmezken sanatçı burada bulaşık yıkamış, muhtemelen parasız olduğu bir döneme denk gelmiş.

Elbette bu öykü tamamıyla asılsız olabilir ancak Goya’nın birkaç adım ötede yaşadığını düşünürsek bu lokantada yemek yediği muhakkaktır. Lokanta da bundan, efsanelerle beslenen pek çok mekân gibi, pazarlama amacıyla sonuna kadar yararlanmayı ihmal etmiyor.

MUSEO LAZARO GALDIANO

Mekân değiştirip biraz lüks alışveriş merkezi olarak bilinen Salamaca’ya gidersek karşımıza Museo Lazaro Galdiano çıkar. Pazartesi günleri kapalı olup girişi 6 Euro olan bu müze, tarih öncesi İberya objelerinden değerli elyazmalarına, mücevherattan Goya’nın en ürkütücü Gotik çalışmalarına uzanan geniş bir koleksiyona sahip.

Goya’nın bu dönemi, Aydınlanma çağına güvensizliğini ve dinsizliğini yansıtıyor. Bu dönemde ürettiği en önemli eserlerden biri olan El Aquelarre (1798) nam-ı diğer Cadı Ayini’nde bir cadılar topluluğunun dev keçi-tanrıya çocukları kurban etmelerini resmediyor.

Böylesi bir konu şu an için bile rahatsız ediciyken, siz düşünün o zamanı…

Kült bir yönetmen olan Bilbaolu Alex de la Iglesia’nın (2008 tarihli The Oxford Murders ile tanınır) garip korku filmleri gibi, Goya’nın ufak yağlı boya çalışmaları da oldukça ürkütücüdür. Goya’nın ilk hamileri olarak bilinen Osuna Dükü (Pedro Téllez Girón, 1755-1807) ve Düşesi (Josefa Alonso de Pimentel, 1752-1834) tarafından sipariş edilen bu çalışmalar uzun süre ailenin himayesinde kalmış.

Goya’nın onlara duyduğu minnet, onları resmettiği tablolardaki özenden bariz şekilde algılanabilir. Söz konusu Dük ve Düşesin şu anki Madrid havalimanına yakın bir yerde yazlıkları varmış. Goya zamanında burası Madrid’in entelektüellerinin toplandığı, tartıştığı ve eğlendiği bir yer olarak bilinir.

Günümüzde bu yazlıktan herhangi bir iz yok ama bulunduğu bölgedeki El Capricho parkı, Madrid’in doğal ve sanatsal miraslarından biri.

Madrid ana tren istasyonunu merkeze alırsak, çevresindeki pek çok yapıda Goya’dan bir iz var. İstasyonun hemen yakınındaki Madrid Kraliyet Sarayı’nda (Palacio Real de Madrid) Kraliçe Maria Luisa’nın sıcak portresi yer alıyor. San Francisco el Grande Bazilikası’ndaki bir tabloda Goya kendisini cüretkâr biçimde, Sen Bernardino’da inananlara vaaz veren bir rahip olarak resmetmiş.

Çok yakında bulunan Kraliyet Dokuma Fabrikası, Goya’nın kariyerine adım attığı ilk ciddi iş ortamı. Genç yaşlarında söz konusu fabrikada maaşlı ressam olarak istihdam edilen Goya burada kendini ciddi anlamda geliştirme imkânı yakalamış.

Goya, tarihin zor zamanlarından birinde, kendine özgü tarzı ile konuşmuş bir sanatçı. Yeri, duruşu ve sanatı farklı ve ayrıcalıklı. Çok geniş bir yelpazeye sahip. Zaman gelir mutlu bir Goya, karamsar bir Goya, asil bir Goya, Aydınlanmış bir Goya, dindar ya da dinsiz bir Goya görebilirsiniz. Farklı kişilikler, farklı açılımlar ama tek bir yansıtan…

AZİZ ANTONIO DE LA FLORIDA KRALİYET ŞAPELİ

Okuduğunuz üzere Madrid’de Goya hakkında çok fazla öykü, şehirde Goya’dan birçok iz var. Madrid Goya’yla, Goya Madrid’le var olmuş. Ancak tüm bu eserlerin arasında bir mekân var ki bence hepsinin önüne geçiyor: Goya’nın iki tablosunda adı geçen San Isidro çayırının yakınlarında yer alan Aziz Antonio de la Florida Şapeli, Goya ve severleri için en önemli duraklardan biri. 

Söz konusu şapel iki ufak neo-klasik mabetten oluşuyor ve bu mekân Goya’nın Panteon’u olarak da biliniyor. Madrid’in en gizli kalmış köşelerinden biri. Burası Goya’nın ebedi istirahatgâhı ve İspanyol sanatının doruk noktalarından. Hayatının sonlarında Fransa’ya kendi isteği ile sürülen Goya, 1828’de orada dünyaya veda etti ve gömüldü.

Ancak 1919 yılında naaşı buraya nakledildi (ne yazık ki bu nakil esnasında Goya’nın kafatası kayboldu). 

Goya’nın mezarının üstündeki kubbenin iç kısmında sanatçının belki de en önemli eserlerinden biri yer alıyor. Bu fresk, Padovalı Aziz Antuan’ın mucizelerini resmediyor. Bu freskte yer alan her bir figürü Madrid’in modern sokaklarında, bir kafenin terasında ya da bir stadyumda görebilirsiniz.

Söz konusu fresk Goya’nın şehri için bir aşk mektubu gibi.

1798 yılında tamamlanan söz konusu eserde ne krallar, ne kraliçeler ne de papalar resmedilmiş; tam aksine Goya çevresinde yeşeren, tomurcuk gibi patlayan güzellikleri, Madrid’in olağanüstü karakterine sahip normal insanı ölümsüzleştirmiş.