Karalamalar - Scribbles

Random Access Memories

Read Time:4 Minute, 45 Second

Bir ön giriş

Bir müziği dinlerken önemli olan nedir? Bu soruya cevap verdiğimiz zaman zaten iyi veya kötü ayrımına kendi içimizde giriyoruz. Dinlediğiniz müzik ruhunuzda bir yere ulaşıyor mu? Dinlediğiniz müzik tüylerinizi diken diken ediyor mu? Gözlerinizi yaşartıyor mu? Düşündürüyor mu? Dans ettiriyor mu? Ders çıkarttırıyor mu? Eğlendiriyor mu? Algınızı arttırıyor mu? Tüm bu saydıklarımdan sadece bir tanesi bile bazı kulaklar için o müziğin iyi olduğunu onaylamaya yetecek boyutta. Bazı kulaklar ise iki veya üç maddeyi görmeden bu beğeni çubuğunu atlamaz. Ama durum ne olursa olsun tüm karar insanın kendisinde biter, ya sever ya da sevmez, tamamıyla kendi değerlerine göre.

Ancak sevip sevmemek başka kriterlere dayatılmamalı. Dış kapının mandalı olan görüşler asıl hedeften kulağı şaşırtmamalı. Efendim müzik çok popülermiş, çok makyajlama kullanılmış, alternatif değilmiş, inanılmaz reklam yapılmış vb. gibi ifadeler müziği haklı değerlendirmenizi bulandıran  düşünceler. Müziği müzik olduğu için değerlendirmemiz kendimize yapabileceğiniz en dürüst davranıştır.

Gelgelelim bu yazının ana konusu olan Daft Punk’a. Thomas Bangalter ve Guy-Manuel de Homem-Christo ilk defa, 1993 yılında o dönemde üyesi oldukları rock grubu Darlin’ bünyesi altında karşımıza çıktı.  Müzikleri Melody Maker tarafından “a daft punky trash” olarak tanımlanan Darlin’, ne yazık ki fazla uzun ömürlü olamadı. Bu grubun dağılması sonucu,  Thomas Bangalter ve Guy-Manuel de Homem-Christo  “Daft Punk” olarak bambaşka bir müzik dünyasına sokularak karşımıza çıktı. İlk 45’likleri, 1994 doğumlu ‘The New Wave’  ile hayatımıza girdi ve yirmi yıldan beri de burada. Müziklerinin yanı sıra benim için en önemli dikkat çeken unsurları her zaman büründükleri Robot duruşları ve bilgisayar-insan arasındaki iletişimleri.

En son karşımıza 2005 doğumlu “Human After All”  ile çıkan Daft Punk, arada ürettikleri pek başarılı olmayan Tron film müziklerini saymazsak sekiz yıldan beri kayıp. Bu süreçte ne yaptıkları ise bu hafta piyasaya çıkan RAM yani “Random Access Memories” adlı albümlerinde bir saat içerisinde özetlenmiş durumda.

RAM ilk saniyelerinden itibaren ikilinin en bağdaşık ve pürüzsüz üretimlerinden biri olduğunu kanıtlıyor. Her ne kadar 2001 doğumlu “Discovery” gibi geniş deneysel ve yenilikçi ses tınılarına hitap etmiyor olsa bile, soyunduğu eski disko restorasyonu şapka çıkartılacak boyutta. On üç parçadan oluşan albüm, adeta her parçanın bir gözde olması kurgulanarak zamanla harmanlanmış, beslenmiş ve yapılandırılmış. RAM’in en büyük özelliği, belli bir jenerasyonun ön belleğine yerleşmiş olan ancak beynimiz tarafından çağrılmadıkça kapalı bir odada kalan, tınıları tekrar ortaya çıkartıyor olması. Aklımızın her bir köşesinde olup içimizde yer alanritimleri ön plana çıkartan o sessiz ön bellek.

RAM’de yer alan müzik birliktelikleri ise nefes kesen boyutta. Paul Williams ve Giorgio Moroder’in öyküsel katkıları, dinlerken insanın tüylerini diken diken edecek kadar etkili. Daft Punk belki de bu yeni yöntemle hiç olmadığı kadar bilgisayar ve insan arasındaki sınırları kaldırıyor. İnsanlar gibi yaşamak isteyen robotlar veya robotlar gibi yaşamak isteyen insanlar…

Dördüncü albümünde Daft Punk disko geçmişini cesur ve en güzel müzik birliktelikleriyle araştırıyor. Geçmişin ön belleğine sorumlu bir şekilde sahiplenme söz konusu.  Geçmişte bu müzik kulvarı için emek veren, ter döken üstatlara bir saygı duruşu ama aynı zamanda çağdaş sanatçılara da davet açan bir yeni kapı. Her ne kadar disko desek bile, neredeyse tüm parçaların canlı olarak sanatçılar tarafından kaydedildiğinin altını çizelim. Ortalıktaki çok kötü elektronik müzik örneklerine ikilinin sert bir tokat indirdiğini görüyoruz bu çalışmada. Yetmiş beş dakikalık albümde bazı bölümler sık sık tekrarı hak edecek kalitede ve bulaşıcı.

Açılış parçası ‘Give Life Back to Music”, sürekli sırıtan Nile Rogers ve Paul Jackson Jr.’nin katkısı ile bir araya getirilmiş bir caz, funk harmanlaması.  Kısa bir özgeçmiş anlatımı yapan Giorgio Moroder’in başrollerde olduğu ‘Giorgio by Moroder’ adlı parça, içerdiği insan faktörü ile emeğin ne kadar önemli bir unsur olduğunu dinleyenlere taşıyor. Her şeyin göründüğü gibi kolay olmadığını ve güzelliklerin ancak çok çalışma sonucu geldiğini müjdeliyor. Sanki Werner Herzog’un konuştuğunu zannettiğiniz bu parçanın albümün başında veya sonunda olmaması ise bence dâhiyane ve ezber bozan bir fikir. Benzer öyküsel parçaları ya ilk başta veya en sonra dinlemeye aşina olan kulakları uyaran bir özellik. 2009’daki solo projesi ile dans müziğine olan ilgisini gösteren The Strokes’un başı Julian Casablancas’ın sesi ile süslediği parça ‘Instant Crush’ albümün belki insan-robot karşılaştırmasını ele ala en samimi bestelerinden biri. Noah Lennox (Panda Bear) hâkimiyetinde olan ‘Doin’ It Right’ adlı parça, Fransız ikilinin güncel elektronik müziği ne kadar yakından takip ettiğinin ve güzel işleri sahiplendiğinin en bariz örneği. Tüm bu güzel parçaların arasında hiç şüphesiz en ön plana çıkan, 12 Nisan akşamı ansızın Coachella’da albümün görücülüğünü üstlenen beste, Pharell Williams’ın sesi ile süslediği ‘Get Lucky’. Adeta New York’un efsanevi kulübü Studio 54’ün gizli bir odasından bulunup çıkartılmış olan bu beste, sofistike enstrüman kurgusu ile dinleyeni bırakmayacak şekilde kavrıyor. Parçanın  “We’ve come too far to give up who we are, so let’s raise the bar and our cups to the stars” sözleri dinleyeni alıp götürecek nitelikte. Söz konusu parçanın Spotify ve Youtube’da ne kadar dinlendiğini vurgulamaya gerek yok.

Beş yıl süresince Paris, Londra ve New York atmosferinde kaydedilen “Random Access Memories”  Fransız ikilinin kendi kulvarlarına ne kadar hâkim olduklarının kanıtı. Bir elektronik ekipten beklenmeyen her şeyi karşılayan bu sanatçılar, zaman zaman aşağılayıcı eleştirmenlere olabilecek en kuvvetli silahları müzik ile yerinde cevap veriyor. Ortada bir tepinme albümü yok, aksine sen kendinle baş başayken, en saf halinde yalnız dans edeceğin bir oluşum var. Ruhunu dansa kaldıran, bunu yaparken seni yormayan, aksine düşündüren ve anılara gözü dalan bir organik yapı. Albüm boyunca hissedilen en kuvvetli özellik; saflık ve samimiyet. Robotların soğuk oldukları kanaatini tamamıyla ortadan kaldıran ikili, belki de bu teneke kafaların insanlardan çok daha duygulu olabileceğinin sinyalini veriyor. Bence kanıtlıyor ama bu başka bir öykü…

Bu yazıyı Giorgio Moroder’in güzel bir cümlesi ile tamamlamak istiyorum: “Şu an Dünyamızın sadece güzel dans müziklerine ihtiyacı yok. Aksine Dünyamızın yeniliklere ihtiyacı var.”

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *