Müzik arşivimden özel bir dönem
“Rock Of Ages” filmi sanatsal anlamda hiç bir şey ifade etmeyebilir ancak ben izlediğimde çok farklı bir boyuta sürüklendim. Anılar yoğun bir şekilde uzun zamandan beri unuttuğum beynimdeki odaya aktı. O odanın duvarında dizili olan kasetlerimi anımsadım, sayısı hala aklımda tam 647 tane, annemden aldığım harçlıklarla tek tek satın aldığım o kasetler. İşte o özel bir dönem idi benim için, unutulmayacak bir dönem.
O zaman Suudi Arabistan’da Ortaokula giden, yeni müzikleri keşfetmeye çalışan bir öğrenciydim. Sosyal hayatın tamamen sıfırlandığı bu ülkede kendimi müziğe ve kitaba verdim. Çevremdeki tüm dostlarımda bir şekilde benimle birlikte müzik içerisindeydi. Onu dinledin mi, ne güzel Gitar çalıyor, albüm kapağı nefis olmuş, bu şarkının sözleri inanılmaz gibi pek çok cümle hala aklımda dönüyor… O günler güzeldi, sevdiğin bir grubun kasetine ulaşmak değerliydi ve kolay asla değildi. Bazen aylarca, çırpınarak bir kasetin müzik dükkânına yer almasını beklediğimi anımsarım.
O dönem uzun saçlı rock (glam-rock) devriydi, erkekler kadınlardan güzel, bol makyajlı ve ciddi anlamda kavrayıcı özelliğe sahipti. Yeni çıkan her grubun bir melodik ritmi vardı ve hemen ayrışmalar, yeni hayranlar ve kıyaslamalar… Onun gitaristi ondan daha iyi, baterist ne solo atıyor vb. Heyecan hep doruktaydı…
Daha sonra müzik tarzında farklı yollara sokuldum ama asla uzun saçlı rockçularımdan ayrılmadım. Bir şekilde hep yanımda tuttum onları, arada sırada ziyaret ettim, efkar dağıttım. Rock Of Ages bende ki bu sönük lambalı odayı tekrar aydınlattı. Ancak bazı arkadaşların gibi asla bu dönemimden utanmadım ve gururla yaşadığıma hep sahip çıktım.
Bu konuda ilk hayran olduğum (adeta taptığım) grup Mötley Crüe oldu. 1981’de çıkan “Too Fast For Love” benim için tam bir tapınmaydı. O kasetin her köşesini hatırlıyorum, her çiziği, her kıvrımı ve detayını. Sözleri ev ödevi şeklinde her şeye hatim indirirdim, ezbere bilirdim. Parçaların her ritim köşelerini bilirdim. Daha ilkokul üçte olduğumu hatırlatsam mı acaba…
Annem ve babam bu geçirdiğim evrimi hiç bir şekilde anlamadı. Onlara göre oğulları kadın kılıklı erkeklerden hoşlanıyordu. Adeta onlar ile yatıp kalkıyordum. Ebeveynlerim için durumun ne kadar korkunç göründüğünü şimdi daha iyi algılıyorum. Yine de annemin desteğini, beni babamın ani teftişlerinden koruduğunu unutamıyorum. Askerdeki gibi ani teftişleri bana önceden uçururdu, ben de babamın rahatsız olacağı her uzun saçlı erkek kıyafetli albümümü yok ederdim. Odamda ne garip köşeler vardı ben bile korkardım ama korkum kasetlerimin, dergilerimin babam tarafından bulunup yine cezalandırılmaktı. Bir iki defa yakalandım ama sonuçları pek fazla vahim olmadı veya aklıma işlenecek kadar önemli değildi.
Vince Neil’in ile banyoda şarkı söylemeyi öğrendim (ilk duş mikrofonumu kullanmayı o bana öğretti), Nikki Sixx ile ayna önünde olabilecek her garip vücut hareketini yapardım, Tommy Lee ile dövmediğim eşya kalmamıştı ve Mick Mars ile hayali gitarlar çalardım, yalnız kaldığım her ortamda. Onlar benim en yakın dostlarım oldu, annemden ve babamdan daha yakınlardı. Onların her şeyini bilirdim, kız arkadaşlarını, kullandıkları enstrümanların markasını, giydikleri kıyafetleri, kullandıkları makyajları, aklınıza gelebilecek her şeyi. Okulda bir şeye bu kadar çalışmış olsaydım her halde şu an bilim adamı olmuştum.
Sonra sırasıyla hayatıma Twisted Sister, Ratt, Keel, Scorpions, Accept, Great White, Poison, Quite Riot, Dokken, Hanoi Rocks, Cinderella, Y&T, Aerosmith, Kiss, Def Leppard, Whitesnake, Tesla, Bon Jovi, T.N.T ve diğerleri. Hepsine hatim indirdim, öğrendim ve onlarla nefes aldım. hayatı bu oldu. Bir de Queensryche var ki, 1988’de çıkarttıkları “Operation: Mindcrime” albümleri o zamana kadar dinlediğim her şeyden üstündü. Bu tematik ve epik albüm pek çoğumuzun ayaklarını yerden kesti. Hala o drama içerisinde yer alan sorunun cevabını bilmiyorum, cidden Mary’yi kim öldürdü?
Bu dönemlerde de salak dediğimiz gruplar vardı. Asla Warrant veya Pretty Boy Floyd gibi boş gruplara sarmadım. Bu bir gurur meselesiydi. Öte yandan asla Slayer, Metallica veya Anthrax gibi sertleşmedim. İlerlediğim kulvar ritmik, melodik ve sempatik müzik idi, hep öyle kaldı.
Özellikle Türkiye’ye döndüğümde hayatıma Skid Row, Guns & Roses, White Lion girdi. Bu süreç biraz daha devam etti ancak grupların makyajları azaldıkça ben de nedense farklı müzik tarzlarını keşfetmeye başladım. Ama bu başka bir hikâye…