Sesleri görmek, renkleri koklamak…
Erken yirminci yüzyıl ressamları ve müzisyenleri kariyerlerinin bir dönemini Avrupa’da geçirmeden, gerçek anlamda içlerindeki potansiyeli ortaya çıkaramayacaklarına inanıyorlardı. Bu konuda haksız da değillerdi aslında.
1880’de New York’ta doğan ve 1907 yılında Fransa’ya seyahat eden Arthur (Garfield) Dove da böyle düşünen genç ressamlardan biriydi. Aynı zamanda amatör bir müzisyen olan Dove, piyano, bateri ve mandolin çalıyordu. Yazmış olduğu makalelerde genellikle müzik ve resim arasındaki benzerlikleri irdeliyordu. Dove, soyut resmin, müzikteki ritimsel sesleri, duyguları ve tınısal fikirleri tetikleyebileceğine inanırdı. 1924, Brooklyn doğumlu George Gershwin tarafından bestelenen “Rhapsody in Blue”ya verdiği yanıttaki renk karmaşıklığı, bu inancının en güzel yansımalarından biri.
Fransa seyahatinde Henri Matisse ve Paul Cézanne’ın cüretkâr renk yaklaşımlarını yansıtan eserleriyle tanışan Dove, kendi tarzına ilham verecek oldukça fazla malzeme topladı. 1909’da memleketine dönünce, Amerika’nın yüreği olduğuna inandığı emekçileri resmetmeye başladı. Fiziksel etkileşim haricinde gelişen teknoloji, şehirler ve mimariyle de iletişim kuran sanatçı, bu süreçte caz ile tanıştı. Caz, tavır olarak sanatçının adımlamakta olduğu yeni hayatı temsil ediyordu. Yaşam dolu ve muzip bu tarzı Avrupalı resim sanatından ayrıştırarak kendi kültürüne adapte etti.
Sinesteziden, yani bir duyunun başka bir duyuyu tetiklemesinden etkilenen sanatçı, aynı anda farklı duyguları algılatabilme çabasına soyundu. Görsel öğe, yani renk, hat ve beden, ritim içerisinde aynı anda kendilerine karşılık bulabilirdi. Bunu işleyecek olansa insanın kendi benliğiydi. Buradan yola çıkan sanatçının en beğendiğim sözlerinden biri şudur:
“Resim müziğe yakındır; ancak kulağın aşina olduğu müziğe değil, gözün müziğine.”
Özellikle Louis Armstrong ve George Gershwin dinleyerek boş kanvası sanata dönüştüren ressam, müziğin saf halini renksel formatta yansıtmaya çalıştı. Bu dönemde Kandinsky’den de ilham alan sanatçı özellikle çizgilerin hareket halindeki boyutun sesini kıstığına inandı.
Sanat kariyeri boyunca müzik temalı on iki eser veren sanatçı, bu zincirleme eserlerinin ilkini 1913 yılında Music adıyla başlatıp 1943 yılında Primitive Music ile noktaladı. Sentimental Music isimli çalışması (1917) bu tema üzerine en erken çalışmalarından biriydi. Bu tabloda Dove, kısa fırça darbeleriyle pudra ve gri tonları keskin, ritmik, koyu çizgilerin üzerine sıraladı.
Dove, Orange Grove in California adlı eserini de tamamıyla Irving Berlin müziğinden ilham alarak yarattı. Berlin de Gershwin gibi zamanının en verimli bestecilerden biriydi. Geriye yaklaşık binin üzerinde eser bıraktığını biliyoruz.
Dove’un iki eseri daha Gershwin müziğinden ilham aldı: Rhythm Rag ve Improvision. İlk eser, zamanında büyük yankı uyandıran ragtime müzik tarzına bir atıfta bulunuyordu. Söz konusu tarz, ritme yeni bir yaklaşım getirip yaratıcılığın önünün nasıl açılacağını ve hatta dallanıp budaklanacağını gösteriyordu. Improvision ise tamamıyla cazın dipsiz kuyusuna renksel bir atıfta bulunuyordu.
Ancak Dove, müzik içerikli en güzel eserlerini 1920’lerde üretti ve bu seriye Jazz Age (Caz Çağı) adını verdi. Bunların ilk üçü, yani Rhapsody in Blue-Part I, Rhapsody in Blue-Part II ve I’ll Build a Stairway to Paradise, Gershwin’in müziğine adanmıştı. İki tablosunu Part I ve Part II olarak adlandırması, söz konusu eserin iki farklı yorumunu dinlemesinden kaynaklanıyor muhtemelen. Bu eserin ilk kaydı Victor-Victrola fonograf ve 78 rpm formatında basılmıştı ve piyanoda Gershwin’in kendisi yer alıyordu. Müzikseverler tüm eseri fiilen dinlemek için plağın diğer yüzünü de çevirmek zorundalardı. Bundan dolayı Dove’un Part I tablosu parçanın Allegro kısmını, Part II dediği tablosuysa orta yavaş kısım ile üst tempoyu yansıtıyor.
Dove, bu sesin görsel yansımasını çizgi, renk ve cisim olarak sanatseverlere taşımış. Yağlı ve alüminyum üzerine metalik boyayla saat yayından oluşan bir kolaj var karşımızda. Modern çağın tınıları, tempoları ve ritimleri metalik içerikle yaşatılmış. Mavi rengin dramatik kullanımı muhtemelen blues tarzına atıfta bulunuyor. Kuvvetli dikey çizgiler, parçanın girişindeki cesur klarnet tınısının yansımaları olabilir. Kısa çizgiler ve açılarsa Gershwin’in piyano, klarnet ve nefesliler arasındaki atışmalarını yansıtıyor.
Bu eserlerde derinlemesine bir müzik ve resim etkileşimi görüyoruz. Dove âdeta bir tercüman gibi müziği sanata, sanatı ise müziğe çeviriyor. Bunu yaparken de yaratıyor ve düşündürüyor, sanatın yapması gerektiği gibi…
Dove’un eserlerine bakarken aklıma hep Kandinsky’nin bir sözü geliyor:
“Dans esnasında bütün vücut, parmak uçlarına kadar, ifade edilenin çizgilerini resmeder. Asla kesintiye uğramayan çizgilerin bir bileşimidir dans. Vücut, kalemin ucu gibidir.”